Flash

6/recent/ticker-posts

Adaletin Susturulduğu Yerde Devlet de Çöker

Adaletin Susturulduğu Yerde Devlet de Çöker

Türkiye, tarihin kavşaklarından birinde değil; bizzat o kavşağın ortasında, her yönden hızla gelen ağır vasıtaların farları altında bekletiliyor. Bir yanda "güçlü devlet" söylemi, diğer yanda adaletin omurgası olan kuvvetler ayrılığı… Bir yanda "milli irade" vurgusu, diğer yanda meclisin etkisizleştirilmesi… Yargı kararlarının toplum vicdanında karşılık bulmadığı, liyakatin yerini sadakatin aldığı, denge-denetim mekanizmalarının vitrine dönüştüğü bir iklimdeyiz. Bu yalnızca siyasi bir arıza değil; imanî bir sapmadır. Çünkü adalet Allah'ın ismidir; (Nisa, 58; Maide, 8; Nisa, 135) adalet, Kur'an'da sadece bir hukuk tekniği değil, bir kulluk emridir.

İslâm, "işlerini aralarında istişare ile yürütürler" (Şura, 38) ayetiyle yönetimin tekel değil, emanet olduğunu ilan eder. Emanet ise ehline verilir (Nisa, 58). Bu iki ilke —şûra ve ehliyet— bir toplumun siyasal sıhhat testidir. Şûra, bugünün diliyle kuvvetler ayrılığıdır; ehliyet, bugünün diliyle liyakat ve yargı bağımsızlığıdır. İsimler değişmiş, kavramlar modernleşmiş olabilir; ama hakikatin omurgası aynıdır: Yürütme, yasama ve yargı birbirini denetlemiyorsa; devlet, kişilerin keyfî arzularına teslim oluyorsa; orada zulüm yayılır, bereket çekilir, güven erir.

Bugün Türkiye'de yaşanan temel kırılma, yargının üstünde dolaşan siyasi gölgedir. Talimata bükülen karar, adalet değildir; adalet gibi görünen bir zulümdür. Gecenin en sessiz saatlerinde yapılan "gösterişli" operasyonlar, güneşin altında yürütülmeyen şeffaf soruşturmaların makyajıdır. İhale sisteminin, atamaların, terfilerin anahtarı liyakat değil sadakat olunca; yetki, ehline değil "yakınına" gidince; dosyalar, delilden çok aidiyete göre tartılınca; mahkeme kapıları hakka değil hatıra açılınca devletin çivisi gevşer. Çivi gevşeyince kapı düşer; kapı düşünce hane dağılır. Bu, tarihin ve tecrübenin bize tekrar tekrar öğrettiği yalın gerçektir.

İslâm siyaset düşüncesi, denge ve fren mekanizmalarını kadimden kurmuştur. Mazalim divanları, hisbe kurumları, kadının (hakimin) sultandan maddi-manevi bağımsızlığı, şahitlikte eşitlik, delilde objektiflik… Hz. Ömer'in kadıya gönderdiği mektupta yazılı ilkeler, bugün bir anayasa metninin ruhuna dönüşecek kadar berraktır: Taraflar huzurunda eşit otur, delili iddia eden getirsin, ikrar bağlar, şüphe cezayı düşürür, dünkü dostluğun bugünkü davaya gölge etmesin… Bu ilkeler "tarihî bir menkıbe" değil, bugünün hukuk devletinin çekirdeğidir. Ümmetin hafızası bize şunu söylüyor: Güçlü devlet adaletle kurulur, şatafatla değil.

Sorunun adını doğru koyalım: Yargı, yürütmenin uzantısı olamaz. Çünkü hakem, oyunun içindeki takımın parçası olursa maç, maç olmaktan çıkar. Yasa yapıcı, kendini yargıç; yürütme, kendini yasa koyucu; yargı da kendini yürütmenin müfettişi sandığında; adı cumhuriyet olan bir kişiler düzeni ortaya çıkar. Böyle bir düzende meclis, tartışmanın değil tasdikin yeri olur; soru önergeleri bürokrasinin tozlu raflarında kaybolur; Sayıştay raporları günah keçisine, basın özgürlüğü günah listesine dönüştürülür. Bu, ne demokrasiyle bağdaşır, ne de İslâm'ın adalet anlayışıyla.

Şimdi gelelim toplumun kalbindeki yaraya: güven. İnsanlar mahkeme kapısından çıkarken "Hâkim kimdi?" diye değil, "Hak yerini buldu mu?" diye konuşmak ister. Diploma skandallarından liyakat erozyonuna, torpil ağlarından "havuz" medyasına uzanan zincir, devletle vatandaş arasındaki "güven sözleşmesi"ni yıpratıyor. Güven biterse ekonomi durur; yatırım, adaletin ve öngörülebilirliğin kokusunu almadıkça gelmez. Piyasa, hukuku duymayanın sözünü ciddiye almaz. Ekmek, adaletle çoğalır; zulüm, sofrayı küçültür.

İnsan onurunu korumak, İslâm hukukunda makâsıdın (şeriatın maksatları) özüdür: dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması. Bunlar kağıt üstünde değil, kurumlar üzerinden korunur: bağımsız mahkeme, hesap veren yürütme, etkin meclis denetimi, özgür medya, canlı sivil toplum, işleyen denetim kurulları… Bu kurumlar "nimet" değil "emanet"tir. Emanete ihanetin adı, dini literatürde zulümdür. Zulmün akıbeti bellidir: Karanlık. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "Zulüm kıyamet gününde karanlıklar olacaktır" buyurur. Karanlıkta yön tayini zordur; herkes kendi el fenerine sığınır; toplum, ortak gündüzünü kaybeder.

"Peki çıkış?" diye soranlara, cevabı uzatmadan söyleyelim:

Bir: Yargıyı gerçekten bağımsız kılmak. Hâkim teminatı, HSK'nın yapısı, atama-terfi ölçütleri, mahkemelerin bütçe ve idari özerkliği; hepsi yeniden, şeffaf ve katılımcı biçimde düzenlenmelidir. Hâkim, kararını verirken arkasında sadece hukuku ve vicdanını hissetmelidir; telefonu değil.

İki: Meclisi yeniden nefes alır hale getirmek. Soru önergelerine zorunlu ve açık cevap, komisyonlara gerçek denetim yetkisi, saydam bütçe, güçlü Sayıştay… Milletvekili, sadece alkış için değil, hesap sormak için oradadır.

Üç: Yürütmeyi hukuk içine geri çekmek. Kararnamelerin sınırı hukuktur; güvenlik kavramının sınırı insan onurudur. Devletin bekası, kişinin bekasına indirgenemez. Güvenliğin meşruiyeti, hukukun içinde kalmasına bağlıdır.

Dört: Liyakati devletin dinine dönüştürmek. Diploması gerçek, ehliyeti ölçülmüş, geçmişi şeffaf olmayan kimseye kamu emaneti verilmez. "Emaneti ehline verin" ayeti, personel rejiminin anayasasıdır.

Beş: Toplumun ahlâkî seferberliği. Ulemanın, hukukçunun, gazetecinin, iş insanının, öğrencinin; yani herkesin "hakkı söylemek" cesareti. İmam-ı Âzam'ın "zalim sultana karşı hakkı söylemek" vurgusu, saray kapısında bırakılacak bir cümle değil; her kapıda söylenecek bir ahlâk emridir.

Bazıları "Güçlü liderlik olmadan düzen sağlanmaz" der. Doğru: Düzen sağlanır. Ama adalet sağlanmazsa o düzen, sessizliğin düzenidir; korkunun düzenidir. Korkan toplum itaat eder, ama güvenmez; itaat güven doğurmadığı için sadakat tazelemek, sürekli düşman üretmeyi gerektirir. Düşman çoğaldıkça devlet küçülür; devlet küçüldükçe güç daha da sertleşir. Sertleşen güç, kırılganlaşır. İşte bu kısır döngüyü kıracak olan, hukukun soğukkanlı kudretidir.

Unutmayalım: Zulüm, kısa vadede "iş görüyor" gibi görünür; çünkü hızla karar aldırır, korkuyla susturur, çıkarla bağlar. Fakat uzun vadede devletin damarlarını çürütür. Çürüyen damarda, en iyi ilaç da akmaz. Bugün sahibine güç veren usulsüzlük, yarın sahibini savunmasız bırakır. Kural, zulmün dostu değil; mazlumun sığınağıdır. Kuralı güçlendiren, iktidarı da meşru kılar; çünkü meşruiyet, sadece kazanmakla değil, hakça yönetmekle mümkündür.

Son sözümüz açık ve kısa olsun: Türkiye, yeniden büyük olabilir; ama şatafatla değil, şeffaflıkla. Alkışla değil, hesapla. Kalabalıkla değil, kuralla. Güçlü sloganlarla değil, bağımsız yargıyla. Çünkü biliriz ki, adalet iktidarın değil, Allah'ın emanetidir. Bu emanet taşınmadıkça, tabelada "devlet" yazsa da içeride yalnızca düzen olur; nizam var görünür, huzur yok olur. Ve herkes bilsin: Adaletin susturulduğu yerde devlet de çöker.

Selam ve Dua İle

Zübeyt BOZKURT

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar